A. Halûk Ünal

Sevgili hevalim Demirtaş, mektubuma, bütünlük ve tutarlılık ölçütü olması için, senin ve bu mektubu okuyacak olanların iyi bildiği bazı konuları kısaca hatırlatarak başlamam gerekir inancındayım.

Başkanlar, hem birer imge hem de simgedir.

Sen de bunun çok nadir örneklerinden birisin.

Şahsında, rahleyi tedrisinde yetiştiğin Kürt Özgürlük Hareketi’nin etik ve politik birikimiyle, Türk Sol hareketinin ortak mücadele imkanları vücut buldu, temsiliyet kazandı.

Elbette böyle yazarken sıkça hatırlattığın bir gerçek hep aklımın bir köşesinde. KÖH, yüzlerce, belki binlerce Demirtaş yetiştirdi ve yetiştirmeyi sürdürecek.

Ama her sanatçı ve sanatsever bilir ki, her imge otomatik olarak simge değeri taşımaz. Bir çok özellik ve koşulun bir araya gelmesi ile imgeler simge değeri kazanırlar.

Nedir bu toplumun şahsında anladığı, kısaca hatırlayalım.

İlk ve önemli olan, mücadelemizin en temel bir kaç boyutundan biri olan ahlak alanında yarattığın(ız) örnek.

Batı’nın görmediği için bilmediği, benim son üç yıldır Kürdistan coğrafyasında ürettiğim iki film nedeniyle öğrenme şansım olan, bütün vekillerin örnek niteliğinden söz ediyorum. Cumhuriyet tarihinin istisnalar hariç milletvekili tanımını ters yüz eden pratiğinizden söz ediyorum.

Türklerin henüz büyük çoğunluğu senin sayende bunun farkında. Büyük resmi göremiyorlar. Zamanla görecekler.

Düşmanı olmayan, hakaret ve küfür bilmeyen, yoldaşına ses yükseltmeyi bile ayıp sayan, yalanı siyaset içi kabul etmeyen, eleştiriyi kimden geldiğine bakmaksızın içtenlikle dinleyebilen, vekilliği bir imtiyaz, çıkar, ya da statü meselesi olarak görmeyen, tersine en ön cephede, en çok risk almak olarak kabul eden bir varoluş hali.

Daha kişisel bir gözlem aktarmayı da anlamlı buluyorum. Cumhurbaşkanlığı kampanyasında senin de katıldığın toplantılarda bir kez olsun “başkan”a ayrılan koltuğa oturmadığın gibi; küçükten büyüğe bütün başkanların temel hastalığı olan – bu hastalık başkan olunca başlıyor genellikle- herkesten çok bilen bir edayla saatlerce “öğreten” konuşmalar yapmadın. Tersine bir başkanın da bilmediği her konuda iyi bir öğrenci olabileceğini kanıtlayarak da saygımızı çoğalttın, büyüttün.

Fotoğraflar çok şeyi anlatır. Hiç bir fotoğrafta seni başkanlara ayrılmış koltuklarda görmediğimiz gibi, yürüyüş kollarında da iki adım önden, ben başkanım beden diliyle görmedi Türkiye toplumu.

Bu nedenle Erdoğan’dan söz ederken bunca zaman bir kez bile sayın sıfatını kullanmadan söz etmeyişini kimse yadırgamadı, “yalakalık, çifte standart” gibi sevimsiz yakıştırmalara kalkışmadı.

Tersine herkes, milyonlarca AKP li emekçinin öyle ya da böyle lider olarak kabul ettiği birine hakaret etmenin, kazanmamız gereken bu kitleyi bize karşı sağırlaştıracağını, körleştireceğini hatırladı.

Kısacası seni liderler sempati araştırmalarında %29 lara ulaştıran sempati kredisi solculuğundan önce uslubuna ve temsil ettiğin ahlaka açıldı bence.

Bu tutumun, varoluş biçiminin KÖH’ün gelişmiş hemen tüm kadrolarında görülebileceğini, “Yeni Paradigma”nın böyle kişisel varoluşları teklif ettiğini belki henüz Türklere anlatamadık, ama anlayan anladı sevgili Demirtaş.

Türklerin de duruşunu kişisel değil, harekete ait bir teklif olarak anlatabilirsek zaten Washington’dan aktardığın “korktukları kehanet” başlarına gelecek egemenlerin. “Yeni Paradigma” Türkiye’yi kazanacak.

Eğer Kasım 2014 – Temmuz 2015 arasını Rojava’nın üç kantonunda geçirmiş olmasaydım, bu mektubun girişini böyle yazamazdım. Çünkü “yalakalık” olarak değerlendirecek çok kişi çıkardı, malesef.

Şimdi de çıkabilir ama yaptığım tasvirin yalnızca sana değil, tanıştığım yüzlerce KÖH kadrosuna dair bir tanıklık olduğu artık iyi bilindiği için, içim rahat.

İşte, geçen gün Cumhuriyet’e yaptığın açıklama, bu nedenle çok ilkesel bir tartışmaya denk düşüyor ve bir özeleştiriyi hak ediyor.

Elbette peşinen söylemem gerekir ki, bu kadar hakiki bir insan tasvir ediyorsam, öfkesinin de hakiki olduğuna inançsızlık gösterecek değilim.

Ama bunun bir önemi olmadığı çok açık.

Çünkü yaptığın açıklama sağ veya sol, bütün modernist siyaset geleneğinde karşılığı olan, o malum, zehirli dile denk düştü, ne yazık ki.

“Gizli Erdoğan seviciler” hemen “5. Kol, hainler” gibi tınladı reel sosyalizm/modernizm özürlü kulağımızda.

Reel sosyalizmin ikiyüz yıllık zehirli, polemikçi, sürekli iç düşman üreten dilini toplum nezdinde ilk kez çöpe atan başkan olarak, eski dilin kapısını aralayan da sen oldun, bu da Anadolu toprağının ironisi olsa gerek.

Bu konuda bir özeleştiri vermediğin koşulda bunun arkası gelir, bilesin. Zaten egemenliği henüz kırılmamış olan eski dil galebe çalar hızla.

Burada felsefe tartışmasına girecek değilim ama, dil, ideolojidir aynı zamanda diye bir hatırlatma yapıp geçeyim.

Ve bu ifadenin arkasından konuyu “seni başkan yaptırmayacağız” meselesine bağlayışını tartışmak daha da önemli bence.

İşin bu tarafında tarıtşmayı üzerime alınmak için iyi bir nedenim de var.

6 Kasım’da blogumda ve siyasihaber.org’da (http://unalhaluk.com/2015/11/06/kusursuz-firtina/) “Kusursuz Fırtına veHDP” başlıklı bir değerlendirme, eleştiri yazısı kaleme aldım. Yazıya gösterilen yüksek teveccüh, bu düşüncelerimde yalnız olmadığımı da gösterdi.

Yazının en önemli önermelerinden biri de “seni başkan yaptırmayacağız taktik sloganının, kampanya stratejimiz haline gelmesi”ydi.

İletişimcilerin hazırladığı ve merkezin onayladığı – ki bence “beyaz” ve çok romantik, ama yine de alternatif bir Türkiye tahayyülü sunan- kampanya çöpe gitti.

O andan itibaren seçim kampanyası savruldu, merkezine bu slogan yerleşti ve HDP, Anti-AKP, Anti-Erdoğan bir kampanyanın koç başı haline geldi.

Oysa daha taze, Washington’da “hayırcı muhalefet bizim işimiz değil” mealinde çok doğru, “yeni paradigmayı” iyi özetleyen cümleyi de sen kurmadın mı?

Sevgili Demirtaş, Cumhuriyete kurduğun cümleler yalnızca geçmişe değil, geleceğe de matuf bir içerik taşımasa etik bir tartışma yeterli olurdu. Ancak şu an ikisini birden yapyorsam, asıl tehlikenin burada yattığına inanmamdandır.

Yine ABD’den yaptığın açıklamada çok yaşamsal bir gerçeğe dair, MGK’dan  yaşamsal bir duyum aktarmışsın.

Bir yıldan bu yana bir çok yazıda “bu ülkede iktidarın bir kulbunu KÖH tutuyor” cümlesini kurmuş biri olarak, aktardığın duyum, asıl rakibimizin bu gerçeği doğruladığının kanıtı.

Elbette hepimiz gibi ben de biliyorum; onlar, iktidardan merkeziyetçi, milliyetçi, sermayeci, erkek, bir devlet anlıyor; biz ademi merkeziyetçi, kadın ve ekoloji merkezli halkın her alanda çoğulcu, demokratik özyönetimini…

Eğer seni başkan yaptırmayacağız sloganı iddia ettiğin gibi parti kurullarında tartışılmış, bizim tarafın duruşunun – üstelik ideolojik- bir özeti ise, çok ciddi fikri bir paradoksla yüzyüzeyiz demektir.

Ki, benim söz konusu yazıdaki iddia mı da doğrulamış oluyorsun.

İdeolojik özet, stratejidir.

Kaldı ki, benim Rojava’dan ve Öcalan metinlerinden öğrendiğim, ideoloji KÖH için ilkelerdir, şablonlar değil. KÖH’ün belki de en önemli ilkesi şablonculuğa karşı, gerçekçi, tutarlı ve ilkeli politikadır, diye anlıyorum.

Henüz çok iddia edebilecek donanımda değilim ama, sanki reel sosyalizmin çok sevdiği ve çok sorunlu şu ideoloji kavramı, “yeni paradigmanın sözlüğünde” yok gibi geldi bana.

Ben KCK yönetiminin bu tür konularda verdiği bazı sert tepkileri de, kendimizi ulusalcı kuşatmanın tesirine kaptırıp (bunlar AKP ile anlaştı, anlaşacak ithamı) müzakere alanımızı anlamsız biçimde daraltıyor, maksimalist politikaya savruluyor oluşumuzla ilgili olarak algılamıştım.

Çünkü KÖH’ün başarısının sırlarından biri mücadele müzakere diyalektiği değil mi?

Siyaset altın terazisinde tartılabilir. Ki bunun oportünizme düşmeden nasıl başarılabileceğini Rojava’da her gün kanıtladıklarının tanığıyım. Hem de emperyal güçlerle mücadele ve müzakere temelinde…

Örneğin Barzani, Şengal’i altın tepside IŞİD’e teslim ettiğinde resmi ağızlardan ne sıfatlar kullanılabilirdi.

Hatırla, HPG gitti, her zamanki gibi feda eylemleriyle Şengal halkını kurtardı.

İkinci hamlede Barzaniye rağmen, Barzani güçleriyle parelel, gidip Şengal’i kurtardı. Yine de Barzani’ye bu utanca denk düşecek sıfatları kullanmadığı gibi, müzakere zeminini de yıkmadı. Bilmiyorum yanlış mı okuyorum?

Sonuç olarak eğer 7 Haziran stratejisi egemen olursa – ki 1 Kasım’daki “inadına” konsepti kampanya stratejisi olarak, mevcudu koruma ve savunma önerisiydi. – projenin sonu gelir.

Devletin çok arzu ettiği, ve manipüle ettiği SHP lileşme sürecini kabul etmiş oluruz.

İşin kötüsü Türk Solu’nun çoğunluğunun bilinç altında HDP’nin CHP’ye doğru büyümesi, dolayisiyle CHP ile ittifak etmesi var, bence.

Oysa CHP’yi hasım ilan etmeksizin, eleştirel ve dostça ilişki kurup, AKP kitlesine doğru büyüyen bir HDP olmadan proje başarıya ulaşamaz; tıpkı DTK sürecinde olduğu gibi.

Demokratik İslam Konferansını ve Ekonomi Konferansını Türkiyelileştirmeden olmaz da diyebilirim.

Dilerim kongremiz bütün bunların tartışıldığı ve kristalize olduğu bir süreç olarak yaşanır.

Sevgiyle, saygıyla heval Demirtaş